gez
Leave a comment

Kolombiya’nın “Los Turkos”ları

Kolombiya, yağmur ormanlarının karlı dağlarla, çöl ikliminin Karayip sahilleriyle birleştiği, doğasının güzellikleriyle insanı mest eden, turizme kapılarını yeni açmış bir ülke. Bu ülkeye pek turist uğramazdı önceleri. Uyuşturucu mafyası ve çeşitli silahlı örgüt ve gerilla savaşçılarının çatışmaları dolayısıyla asırlardır terörle mücadele etmekteydi çünkü. Ancak son senelerde durum düzeldikçe maceraperest gezginlerin Kolombiya keşfi başladı.

Hani Venedik’te ve ya Paris’te turistlerle ilgilenmeyen hatta onlardan bıkmış bir tavırla dolaşan bir yerel halk görürsünüz ya, işte Kolombiya’da böyle bir sorun yaşamak imkansız. Güler yüzlü, yardımsever, misafirperver bir halk Kolombiya halkı. Hele hele İspanyolca konuşanlardansanız kendinizi otobüste tanıştığınız bir şairin evinde kahve içer, ya da şehir turunda tanıştığınız gençlerle Rumba ve Kumbiya dans eder bulabilirsiniz.

Beş haftalık gezime Bogota’dan başladım ve geze geze ülkenin kuzeyine, Santa Marta şehrine ulaştım. Santa Marta, meşhur Tayrona Milli Doğa Parkı ve Kayıp Şehir’e (Ciudad Perdida) yakın olduğundan bir turist merkezi olma yolunda hızla ilerliyor. Her ne kadar eski kolonyal binaların duvarları çatlamış, rengarenk boyaları solmuş olsa da hem ülkenin en eski şehri hem de kuzey sahillerinin önemli bir limanı olduğundan tarihi bol bir şehir Santa Marta.

Orta Doğudan göç etmiş kişilerin yerleştiği şehirlerden biriydi vaktiyle. Geldiğim günden itibaren kime Türk olduğumu söylesem bana şehrin “los turcos” larını anlatmaya başlıyor, taksi şöferleri beni Türk mahallelerine götürmeye çalışıyordu. Ama olur da “Türküm” demek yerine “Türkiye’den geldim” desem boş ifadelerle yüzüme bakıp “orası neresi?” diyorlardı.

“Hani bir taraftan Yunanistan’ın diğer yandan Suriye, Irak’ın komşusu olan ülke,” diye tarif etmeye çalışıyordum, anlamıyorlardı. Bu işte bir bit yeniği vardı ama ben hala çözememiştim.

Sonunda dayanamayıp Santa Marta’dan Taganga köyüne gitmek üzere bindiğim taksi şöförüne: “hadi bakalım şu Türk mahallesinden bir geçir beni,” dedim.

Önüme çıkan manzara: Döner kebap satan Anadolu halkı değil de menülerinde şavurma, kibbeh, tabbule olan, kapılarında Arapça yazılı Lübnan ve Suriye göçmenlerinin mahallelesiydi. Şehrin “los Turkos” ları onlardı işte.

Orta Doğu’dan Latin Amerika’nın değişik ülkelerine göç, 19. yüzyılın ikinci yarısında başlamış ve 1920lerde iyice artmış. Çoğu göçmen o zamanlar Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan azınlıklar: Ermeniler, Hirstiyan Araplar, Yahudilerdi. Aslında Avrupalı göçmenleri tercih eden Latin Amerika burjuvazisi ne “beyaz” ne “siyah” olan bu göçmenlere pek sıcak göz ile bakmamış ama engellememiş de. Diğer yandan “Amerika’ya” gittiklerini sanan bir takım göçmenler kendilerini Ellis Ada’sındaki Özgürlük Heykeli yerine Rio de Janeiro’nun Kurtarıcı İsa heykelinin önünde buluyorlarmış. Anlayacağınız kimse olup bitenin tam anlamıyla farkında değil.

O dönemde yaşanan “köken ve kimlik” karmaşası bugün de devam etmekte aslında. Örneğin, 20. Yüzyılın başlarında Arjantine göç eden Ermeniler buluşma noktası olarak Buenos Aires’teki bir Türk Yahudisinin işlettiği Cafe del Griego adındaki kahvehaneyi seçerek alışık oldukları Osmanlı mozaiğini Yeni Dünya’da yaşatmaya devam etmiş. Gelenlere “los Turcos” adı takılmış ve asırlardır bu böyle devam etmiş.

Bugünlerde ne Araplar ne Ermeniler takma adlarından memnun. Güney Amerikalı Ermeniler “Biz ne Türk’üz, ne Semitik’iz, ne Müslümanız, ne de Ortodoks’uz,” diyorlar. Araplar ise “Biz Türk değiliz,” diye isyan ediyorlar. Haksız da değiller ya—dedeleri yeni ülkelerine geldikleri dönemde Türk’ler bile kendilerine Türk demeye yeni yeni alışıyorlardı.

Tahmin ettiğim gibi Santa Marta’da kısır değil ancak tabbule bulabilecektim. El Tiempo gazetesinde 1995te çıkan bir yazının yarı şaka başlığına göre “Kolombiya’da sadece üç tane Türk yaşıyor”du. Ülkenin “los Turcos” ları Birinci Dünya Savaşı sırasında göçen Suriye, Lübnan, Filistin’li Araplardı.

Ama ben ne yapıp edip, Santa Marta’dan 7 kilometre uzaklıktaki Taganga köyünde Türk bulmayı başardım. Tahta kayıklarla balıkçılık yapan mütevazı Taganga halkı, son yıllarda kıpkırmızı güneş batışlarıyla ünlü bu koydan büyülenen hippilerle iç içe yaşıyor. Ufak plajının bir köşesini incik boncuk satan kolları dövmeli saçları rastalı gençler, diğer ucunu ise günün avını tahta masalarda temizleyen balıkçılar sahiplenmiş.

Doğrusu ben de etkilenmiştim bu köycüğün sakinliğinden. Son dört gün boyunca Sierra Nevada ormanlarında trekking yapmaktan ayaklarım şişmiş, eşyalarım toz toprak içinde kalmıştı. Taganga dinlenmek için ideal bir yerdi. Ama kendimi bir hamağa atmadan önce çamaşırlarımı yıkatmam şarttı. İşte bu sayede buldum hemşerilerimi.

Yaşadıkları yer yağmur sezonunda deliklerinden su akıtan teneke çatılı bir evdi ve bizim gecekondular yanında saray kalırdı. Geçimlerini yan kapıdaki hostelin çamaşırlarını yıkayarak kazanıyorlardı.   Karı kocaya bir torba kirlimi uzattım.

“Aa sen Türk müsün? Biz Türk dizilerine bayılıyoruz. Şimdi Binbir Gece dizisini izliyoruz, hem de simdi başlayacak, otur otur!” Kara yüzlerinde bembeyaz dişleri gülümseyişlerinde parıldıyordu. Komşu hostel Casa de Felipe’deki gezginlerin çamaşırları arasında kadın, bir plastik tabureyi televizyonun önüne yerleştirdi.

Otuz santimetrekarelik televizyonlarını açıp sinyal yetersizliğinden ve televizyonun karıncalanmasından neredeyse siyah-beyaz olmuş erkanda Binbir Gece dizisinin son bölümünü izlemeye koyuldular.

Bir paket siyah çekirdek olsaydı belki katılırdım onlara ama ekrandaki Türk’leri Kolombiyalılar ve kirli çamaşırlarımla baş başa bırakıp, Casa de Felipe’nin hamaklarında uzanmayı yeğledim.